top of page

Niels Hav ile Söyleşi

1949 yılında Lernvig’de doğdu. Danimarka’nın yaşayan en güçlü şairlerinden biri olarak tanınmaktadır. Biz Buradayız adlı şiir kitabı pekçok ülkede ses getirmiştir.Yayımlanan 5 şiir kitabı ve 3 kısa öykü kitabı bulunmaktadır. Şiirleri dolayısıyla Czeslaw Milosz ve Les Murray ailesine, öyküleri dolayısıyla Anton Çehov ailesine dahil olduğunu belirtmektedir. Eserleri onu aşkın dilde çevrilen şair, en büyük açılımını Kanada’da yapmıştır. Avrupa başta olmak üzere, Asya, Güney ve Kuzey Amerika’da pekçok ülkeyi gezmiştir. Eserleri Arapça, İtalyanca, Türkçe ve Çince’ye de çevrilmiştir. Danimarka Sanat Konseyi Şiir Ödülü başta olmak üzere birçok ödüle değer görülmüştür. Piyano sanatçısı Chiristina Bjorkoe ile evli olan Niels Hav, halen Kopenhag’da yaşamakta ve geçimini yazar olarak sağlamaktadır.



“Hakikatin örtbas edildiği yerde önce şairler hapsedilir.”




Mustafa Burak Sezer: İlk yazdığınız şiiri hatırlıyor musunuz? Ne hakkındaydı? Ve neden şair oldunuz?


Niels Hav: Genç insanlar şiir yazar, ben de 14, 15 ve 16 yaşlarındayken defterimi şiirlerle doldurdum. Ama aslında ilk esinim Dostoyevski’ydi, okul kitabımda bir resmi vardı ve anında bu adamın benim adamın olduğunu anlamıştım. Kimse bu tür şeylerin niçin olduğunu açıklayamaz. 16 yaşımdayken bir denizci ve yazar olmayı istedim, dünyayı görmeyi arzuladım ve ticari bir gemide kendime bir iş buldum. Başarılı olamadım, yolum Norveç’te sona erdi, yardımsever insanlar eve gitmem için bana yardım edene kadar, birkaç hafta Oslo’da evsiz biri olarak yaşadım. Bu tecrübeden sonra yıllarca bir şey yazmadım. Tekrar yazmaya başladığımda, hükümetin vatandaşlarını gözetlemesi üzerine yürütülen tartışmalara bir cevap niteliğinde olan ilk şiirim günlük bir gazete olan Politiken’de yayımlandı.


MBS: O günden bugüne değin şiirinde ne değişti? Bir şair olarak değiştin mi? Ve bugün şiirinin merkez üssü neresi?


NH: Zor sorular, hayatın en büyük gizemi zamanın akıp gitmesi. Her şey değişti ve her şey yine aynı. Her yeni şiir hâlâ bir armağan, hâlâ “karanlıkta kertenkeleleri avlıyorum”. İyi bir şiir, otobandaki ölü bir porsuktan ya da bir ufodan daha nadir karşınıza çıkar. Kendinizi aynada incelemek beyhude bir iş, kendimi psikanalize tabi tutmaya niyetim yok; şiirimin gelişip değişmediği konusuna diğerleri karar vermeli. Merkez üssü kör bir noktaya yerleşik ve müteharrik bir hedef halinde, belki siz görebilirsiniz, ben göremiyorum, her gün kendime hayatın ne anlama geldiğini soruyorum. Ekseriya kendimi başarısız bir fiyasko olarak hissediyorum, ama iyi bir günde şüphe ve keşmekeşim beni bir şiire yönlendirebiliyor. Bazen kelimelerle uğraşırken belki çok geç olsa da bir şiirin ortaya çıktığını keşfediyorum. Bu olurken metnin içeriği beni bile şaşırtıyor.



MBS: “Şimdi beş kere daha aşık oldum / bu sefer beş farklı kadına / Njalsgade'den Østerbro'ya giden 40 numaralı otobüste, / yolculuk sırasında”. Kopenhag Kadınları’nda beş farklı kadına birden aşık oluyorsun. Merak ediyorum, gerçekten platonik olarak onlara aşık oluyor musun yoksa bunu sadece şiiri beslemek için mi yapıyorsun? Biliyorum ki mesut bir evliliğin var ve bilmek istediğim hâlâ başka kadınlara aşık olup, onlara da şiir yazıp yazmadığın?


NH: Teşekkür ederim, evet mutlu bir evliliğim var, eşim meşgul bir konser piyanisti, hayatımı müzikle dolduruyor, şu anda Beethoven’dan, Diabelli Çeşitlemeleri’yle. Dokuz yaşında bale sanatıyla uğraşan bir kızımız var. Ama elbette hâlâ başka kadınlara aşık olup, başka kadınlara şiirler yazıyorum, henüz ölmedim. Uzun ya da kısa olsun: aşk kalp kasını attıran neşenin özüdür.


Yin ve Yang, kadınsı ve erkeksi, küre bu iki kutbun etrafında dönüyor. Kadın göğsü biçimi bildiğimiz en ilham verici form. Kadınların haklı olarak gurur duydukları iki balkon var. Biz adamlar büyülenmişiz, asla kadın formuna hayran olmaktan yorulmuyoruz ve kadın göğsü şekli sanatın her türünde tekrar ediliyor, mimaride, hatta büyük ölçekli peyzaj mimarisinde bile. Bebeğin karşılaştığı ilk biçim bu, ve hayat boyunca bu biçimle temasta olmayı arzu ediyoruz. Bu yüzden gözlerimiz sürekli açık, otobüs yolculuğunda bile.



MBS: Çalışmaları yaygın biçimde yayınlanan, çevrilen bir şair ve yazarsın. Şiirlerin, Arapça, İngilizce, Türkçe, Çince, Flemenkçe, Sırpça gibi birçok dile çevrildi. ”Buradayız”ın İngilizce’ye çevrilmesinden sonra sanırım Kanada’da, Danimarka’dan daha popüler oldun. Harold Bloom gibi pekçok eleştirmen ve şair çeviriye inanmıyor. Bir üst-dil olarak şiirin başka bir dile çevrilemeyeceğine inanıyorlar. Ama işte buradasın, Danimarka gibi küçük bir ülkeden sesini yükseltiyorsun, şiirinle dünya kalabalığını coşturuyorsun. Bu başarıyı nasıl açıklayabilirsin?


NH: Evet, birçokları şiirin çevrildiğinde asli bir şeyi yitireceğine inanıyorlar. Belki doğrudur ama aynı zamanda şiirsellik gerçekten yıkılamaz da diyebiliriz. Saklı bir öz barındıran şiirler, iyi bir çeviride hayatta kalmayı başarabilir. Her halükârda, çeviriye ihtiyaç var. Kendi ulusal dilimize hapsedilmişiz. Şiirlerim Arapça ve Çince’ye çevrildiğinde Latin alfabesine nasıl da hapsolduğumuzu anladım. Çeviriler hakkında konuşurken Türkiye ilginç bir örnek. Yüz seneden daha az bir süre önce, Arap alfabesi Latin alfabesiyle yer değiştirdi. Bu çok eşsiz bir tarih, Türkiye’de yazılmış tüm eski metinler modern Türkler tarafından okunacaksa tekrar çevrilmeli ya da düzenlenmeli. Zor bir görev. Yekun olarak, her zamankinden daha çok iyi çevirmene ihtiyacımız olduğunu söylemeliyim, çünkü birbirimizle önceden hiç olmadığı kadar çok etkileşim halindeyiz. Eğer şiirlerim başka dillerde iyi sonuç veriyorsa bu her şeyden önce birinci sınıf çevirmenlerden ötürü oluyor. Kanada’da Per Brask ve Partick Friesen yıllardır çalışmalarımla uğraşıyorlar, onlar şiirlerimin sınırları geçmesini mümkün kıldı. Türkiye’de ilk şiirlerim birinci sınıf bir şair ve arkadaş olan Kemal Özer tarafından çevrilmişti. İki yıl önce öldü ve onu çok özlüyorum. Şimdi çok şanslıyım çünkü sen ve Murat Alpar yeni şiirlerimden bir kısmını çevirdiniz, müteşekkirim. Çevirmenler üstün bir gayret sarfediyor: imkansızı yapıyorlar.



MBS: Biraz da tamgün yazar olmandan ve Danimarka Sanat Konsey’inin desteğinden konuşalım. Kendini edebiyata adadın ve hayatını yazarak kazanıyorsun. Hatırlıyorum, İstanbul’da bir kere, şiir Danimarka’da Türkiye’de olduğu gibi popüler değil, demiştin. Sokaktaki insanların Orhan Veli’yi ya da Nazım’ı tanımalarına şaşırmıştın. Ama bu Türkiye’de şiirin az okunduğu ve popüler olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Şiir burada ve tüm dünyada popüler kültüre karşı savaşıyor. Şairler şairler için veya birkaç tane şiir sevdalısı için yazıyor; hatta birçok şair diğerini okumuyor. Bizim senin gibi yazarak hayatını kazanan çok az yazarımız var. Henüz popüler kültürün bir parçası olamamış bir sanat türünde yazarak hayatta kalmak nasıl mümkün oluyor, anlatır mısın?



NH: Birçok ülkede yazarlar hayatlarını sürdürmek için öğretmenlik ya da gazetecilik yapmak zorunda. Bunun avantajları ve dezavantajları var. Okullar ve üniversiteler insanların ciddi anlamda edebiyatla uğraştığı yerler. Sınıflarda edebiyat sohbetleri yapmak her yönden elzem, ve bazı yazarların bu tür sohbetlere iştirak etmesi ilham verici olabilir. Ama bu yorucu da olabilir. İskandinavya’da sanatın hükümet tarafından desteklenmesi bizim için bir ayrıcalık, üstelik metinlerimizi kullanan okullardan ve kütüphanelerden telif ücreti alıyoruz. Bu özgür bir yazar olarak yaşamayı mümkün kılıyor. Doğru, yeni şiir popüler kültürün bir parçası değil – şiir bir nevi altkültür, dilbilimsel ve varoluşsal deneyleme için bir laboratuvar. Ama iyi şiir okuyarak, öğreterek kökleşir ve birçok okuyucu hayatları boyunca yaşamı anlamada bir takım kıymetli kelimeyi bir rehber veya sistem olarak taşırlar. César Vallejo yalnızca üç şiir kitabı yayınladı, sefil ve fakir bir şekilde Paris’te öldü, ama şiirleri yaşıyor. Nazım Hikmet Moskova’da öldü, “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler” şiirinde, “durup dinlenmeden okumayı yazmayı / bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana /bir de ayna dökmeyi.” der. Yani yapabileceğimiz budur, yazmak ve okumak, kelime-dolabı dokumacılığı, elbiseler ve takımlar, ayna dökmeler – kendimiz için değil ama herkes için. Bu tüm yazarlar için mütavazi bir tutku olabilir.


İstanbul, Avrupa’nın gizli başkenti


MBS: Birçok defalar Türkiye’yi şiir festivalleri ve aktiviteler için ziyaret ettin. Bu küresel köyde, Türk şiiri ve şairinin konumunu nasıl görüyorsun? Nazım’la ya da başka bir Türk şairiyle bir akrabalığın var mı, ve Türk şairlerinden, yazarlarından kimleri beğeniyorsun?



NH: İstanbul, Avrupa’nın gizli başkenti. Gizli diyorum çünkü Avrupalı’ların çoğu hiç İstanbul’a gelmemiş – birçoğu İstanbul’un bir Avrupa şehri olduğunu bile düşünmüyor. Bu tuhaf, Avrupa kültürünün İstanbul’da birçok kökleri var ve bugün burada Avrupa tamamen çiçek açmış durumda. Konstantinapol bir zamanlar imparatorluk başkentiydi, sanatın, felsefenin ve kültürün merkeziydi. Ve bugün yeniden şehir bir büyüme merkezi, dünyanın önde gelen pekçok şirketi ve uluslararası enstitüler hadiselerin cereyan ettiği yerde olmak için, İstanbul’da ofisler açıyorlar. Arap Baharı’nda ve Orta Doğu’da ve tüm Arap dünyasında cereyan eden ayaklanmalarda Türkiye çok önemli bir rol oynuyor. Sadece dini ve siyaseti birbirinden ayıran demokrasi için bir model değil, aynı zamanda filizlenen genç demokratik kurumlara olan desteği ve tavsiyeleriyle de önemli. Elbette Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu kendi sorunları ve iç çatışmaları var, demokrasi devam eden bir süreç. Ama İstiklal Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı gezinmek demokraside pratik bir edükasyon. Küçük ve geniş gösteriler sokağı yıkayıp geçiyor, İstanbul’da demokrasi her gün çalışıyor. Belki de bu yüzden kendimi bir şekilde evde hissediyorum burada. Belki de ruhum aslında Türktür.


Bu sorunun odak noktasına ulaşmak için uzun bir yol oldu. Aynı zamanda Türk şiiri bir kavşağın ortasında. Türk şiirinde bir üstatmış gibi numara yapmayacağım, buna rağmen birçok şairle tanıştım ve birçoğunu da beğeniyorum. Kemal Özer’den bahsetmiştim. Yaşayanlar arasında Ataol Behramoğlu’nu takdir ediyorum, uluslararası bir ufku olan özgün bir şair, buluşmalarımızda ondan Türk şiiri hakkında çok şey öğrendim. Nazım Hikmet hakikaten çok büyük bir şair. Neo-klasikler arasında Oktay Rıfat’ı beğeniyorum, serinletici bir cazibesi ve humoru var, birkaç dizeyle eski ayı bile yepyeni yapabilir.


MBS: Danimarka/İskandinav şiirinde öncü bir hareket var mı ve İskandinav şairleri hakkında ne dersin? Şiirlerini ne tür konular meşgul ediyor? Cemil Meriç, “dergiler hür tefekkürün kalesidir” demişti. İskandinavya dergilerindeki havayı bize anlatır mısın?


NH: Evet, dergiler önemli. Cemil Meriç’i izlersek, Danimarka’da “hür tefekkürün kaleleri” daha çok barakaya veya göçebe çadırlarına benziyor. Birçok edebiyat dergimiz var ama çok azı belli bir öneme haiz. Kritik ve Den Blå Port gibi dergiler edebiyata bir perspektif kazandırmak ve güncel tutmak için dürüst teşebbüslerde bulunuyor. Hvedekorn, Nordik şiiri ve grafik sanatlar için daha çok genç yeneteklere hitap eden bir forum.


Eğer Danimarka şiirinde bir akımdan söz edilecekse bu siyasi farkındalığın artışı olabilir. On yıl boyunca sağcı bir hükümetimiz vardı, ülkeyi modern dünyanın gereksinimleri ve şartlarıyla uyuşmayan bir tür korkmuş ve milliyetçi bir dış politikaya sürükledi. Bu ortamı şiir için de radikalleştirdi. Thomas Tranströmer İskandinav şiirinde bir deniz feneri, seyrek yazıyor ama hâlâ aktif. Yakınlarda iki büyük şairimizi kaybettik, Inger Christensen ve Erik Stinus’u. Her ikisi de birer gezgin ve uluslararası bir üne sahipti. Erik’le Türkiye’ye ve başka yerlere birlikte seyahat ettik, ölümünden kısa süre önce Nazım Hikmet Şiir Ödülünü almıştı. Peter Poulsen ve Henrik Nordbrandt yine iyi şairlerden, Henrik, bir süre Türkiye’de yaşadığı için orda da tanınıyor.


MBS: Arap Devrimi’nden bahsetmişken, bu seneki “Arap Baharı” temalı Şiiristanbul festivalinin konuğuydun. Gerçeği aramak karanlıkta kertenkeleleri/ avlamak gibi. Üzümler Güney Afrika'dan, / prinç Pakistan'dan, hurmalar İran'da büyümüş. / Meyve ve sebzeler için serbest sınır fikrini destekliyoruz, /ama her nasılsa kıvırıp döndürüyoruz/ kıçımızı arkadan”. Sanırım bu dizeler okuyucuya biraz fikir verebilir ama devrimi biraz değerlendirebilir misin? Ve Avrupa entelektüellerinin Arap Devrimi üzerine genel görüşü nedir?


NH: Şiirlerimiz bizden daha bilge. İlk önce Tunus’ta, sonra Mısır, Libya, Suriye ve Yemen’de, vs. olan ayaklanmalar herkes için bir sürpriz oldu. Ilk haftalarda tüm uzmanlar gençliğin başkaldırısının başarılı olacağından şüpheliydi, gelecekte ne olacağı hakkındaki beklentilerimiz hep dikizaynasında gördüklerimizin tesiri altında. Aynı zamanda yenetekli Arap entelektüelleri de oldukça septikti. Birkaç sene önce Suriyeli şair Adonis, Arap dünyasında demokrasi için gerekli olan önşartların olmadığını ve din yeni ve doğru bir yöntemle tekrar sorgulanmadıkça da olamayacağını iddia etmişti. Belki aynı anda hem haklı hem de haksızdı. Şu ana kadar yürütülen tüm tahminler ve ön yargılar görünüyor ki yanlış çıktı. Sanırım bunun sebeplerinen birisi, benzerlikleri görmek yerine çok fazla farklılıklara odaklanılmasıydı. Doğal olarak, Arap dünyasındaki kültürel temel Avrupa’dakinden farklı, ama esasında hepimiz mutluluğun, makul ekonomik şartların, barışın ve özgürlüğün aynı rüyalarını paylaşıyoruz. Özünde insan rüyası her yerde aynı. İçimdeki köken senin de içinde.


Arap devrimi hakkında henüz elhamdülillah dememek için birçok neden var ama şu anda olan tam olarak Adonis’in belirttiği üzre: dinin şahsi ve özel manevi bir değer olarak yeniden sorgulanmasıdır. İşin püf noktası dini inançla siyaseti birbirinden ayırmak. Ama ilk önce, şimdi Arapların yeni bir gururu var ve sanırım Avrupa’daki herkes bu mutluluğu paylaşıyor. Gençlik başını kaldırıyor ve eski gülüşler şaşkın. Yaşananlar dünyayı değişterecek ve herşeyi yeni bir perspektife yerleştirecektir. Hayat mavi gezegende hâlâ genç.


Gelecek yıllardaki büyük sınavımız kadınların yeri hakkında olacak. Erkekler asırlarca çarpıcı sonuçlar almadan dünyada hüküm sürdü; belki de siyasi gücü bir iki yüzyıllığına kadınlara vermeliyiz. Daha yüksek performansla çalışmaları için adil bir şansları olacak. Bize gereken şey, dünyada daha fazla adaletin hakim olmasıdır. Böylece sigaralarımızı daha iyi bir vicdanla tüttürebiliriz.



MBS: Sevgili eşin Christina Bjørkøe çok başarılı bir piyanist. Uluslararası seferlerinde albümlerini hep yanında taşıyorsun. Bir şair ve bir müzisyen birbirini nasıl etkiler? Eşinin şiirinde bir parmağı var mı ya da eşinin parmaklarında senin şiirin?



NH: Şiir ve müzik kökleri yeraltında birbirine dolaşmış iki sevgilidir. Müzik odayı mistikleştirip bir hayranlık uyandırıyor, Christina’nın günlük pratiklerinden çok şey öğrendim. Müzikle ya da şiirle birlikte çalışmak sizi kızdırabilir. Evimizde, kalem ve bilgisayarın yanında bir Steinway piyanosuyla yaşıyoruz. Hem çalmak hem de yazmak birbiriyle günlük temas halinde, Christina her gün piyano başında 5, 6 saat harcıyor, bense alfabeyle belki daha fazla zaman geçiriyorum. Elbette eşimin müziği bir çok yönüyle şiirimi etkiliyor, -somut bir örnek verirsem, Schumann’ın piyano eserlerini kayda geçirken benden broşür için bir şiir yazmamı istedi. İlk önce reddettim, ama ısrar etti. Kendisinden bir konu satırı istedim, bana aşk hakkında olmalı dedi, ben de ”Aşk” şiirini yazdım.


Eğer şiir müzikle olan ilişkisini unutursa, aynı zamanda insan vücudunu ve varoluş için elzem olan fiziki durumu da unutmaya yönelir. Ruh vücutsuz bir hayalettir ve şiir müziksiz bir tür hayalet-şiir olur, gerçek hayat için hiç bir önemi yoktur. Şiir müziğe yakın olmalı ve bir şiir başarılı olduğunda kelimelerin zihinde ve beyinde tıpkı müzik gibi derin rezonansları vardır.


Bazen uluslararası şiir festivalerinde bilmediğimiz dillerde anlamadığımız şiirler dinliyoruz, bu sağlıklı bir egzersiz olabilir, kelimelerdeki müziği dinlemeye zorlanıyorsunuz. Ve müziğin şiir üzerine avantajı var, müziğin çevrilmeye ihtiyacı yok, müzik bize daha derin bir seviyeden dokunuyor.


Şiir hanım evlatları için değildir



MBS: “Şiir hanım evlatları için değildir” diyorsun. Bunu biraz açıklar mısın? Kim içindir şiir?


NH: Şiir beyhude bir meşgale, eminim bir çok şair bu duyguyu bilir. Doğru kelimeyi bulup bulmadığımız kimin umrunda? Şiirin ilk vazifesi biricik okuyucuyla varoluşun en derin gizemleri hakkında samimi bir konuşma yapmasıdır, ve şiir önemlidir, eşiğin üzerinde dikilip fısıldarken bile. Ama bir şiir dürüst olmalı, edebiyatın her zaman siyasi kuruma karşı muhalif bir tavrı olacaktır. Şiirin güçle hiçbir işi yok, sanat otoriteleri eleştirebilmeli ve ciddi bir sanat sadece dekor ve eğlence için olamaz. Yani evet, şiir hanım evlatları için değildir, şiir pratiği ve bir yazar olarak tutunabilmek biraz güç ister. Biz yazarlar bireyciyiz ve bedeviler gibi aynı erdemleri övmeliyiz: sebat ve cömertliği. Görev, gücü elinde tutanları gözlemek ve şeyleri olduğu gibi söylemektir. Hakikatin örtbas edildiği yerde önce şairler hapsedilir.


Türkiye’de hapishanede yazılan hazin bir şiir geleneği var – birçok çağdaş yazar sadece hakikate dair birkaç cümle yazdıkları için hapsedildi, şimdi sanki hükümet bu kötü alışkanlığı temizlemek istermiş gibi görünüp, yeni trende hurra diyor. Ama yakınlarda bile nobel ödüllü Orhan Pamuk hemen hemen bir asır önce öldürülen Kürtler ve Ermeniler hakkında konuştuğu için cezalandırılmıştı. Bu çılgınlık ne zaman bitecek? Türkiye’yi seviyorum ve bu tür hatalar beni utandırıyor. Türk halkının hünerli şairleriyle gurur duyması için her türlü sebebi var ve hükümet şiiri ve sanatı özgür, bağımsız ve eleştirel bir ses olarak desteklemelidir.


Yaşamın anlamı!


MBS. Danimarka’nın Beowulf’u, Søren Kierkegaard’ı var bir de sen varsın. Şiirlerinde bastırılmış fakat ısrarla fısıldayan bir varoluşçu endişeyi hissediyoruz. Kierkegaard ve varoluşçuluk felsefesi seni nasıl etkiledi? Baban bir kilise hademesiydi ve mezarlık taşlarının arasında çok zaman geçirdin. Senin için yaşamın anlamı nedir?



NH: Hoş bir soruyla bitiriyorsun Mustafa; bilirsin Danimarka köfteleri birçok malzemeden oluşur. Evet, babam köyün mezarlığından sorumluydu, bu yüzden cenaze ve ölüm törenlerine aşinayım fakat yaşamın sonunda fiziksel olarak ne olduğunun bilgisi varoluşumuzun gizemini hiçbir şekilde önemsizleştirmiyor. Ölü olmak çok kolay, ama yaşamak çok karmaşık. Gençken Kierkegaard’ı büyük bir hevesle okudum ve onun titizliği ve derinliği kitabı kim açarsa açsın okuyucusunda izler bırakır. “Anksiyete özgürlüğün sendelemesidir”. Bize her anı, -imkansız olduğunu bilsek de- sonsuzluğun bakış açısıyla yaşamamızı ve insan olduğumuzu, zayıflıklarımızın tüm çabalarımıza komedinin suretlerini eklediğini, öğretir.

Kierkegaard’ın çağdaşı olan Hans Christian Andersen de aynı havayı tenefüs etmişti. Andersen zamanının en büyük seyyahlarındandı; hatta İstanbul’a kadar geldi ve yolculuğunu “Bir Şairin Pazarı” diye adlandırdı. Murat Alpar kısa bir süre önce maceralarını Türkçe’ye yeniden derledi. Andersen’de, çok beğendiğim ateşli bir humor var. Yaşamanın anlamı yaşamaktır, bütün bildiğimiz budur.

Featured Review
Tag Cloud
Henüz etiket yok.
bottom of page